Maki’ye Mektuplar -1
Canımın içi, kimse sana yaşamanın kolay bir
iş olduğunu söylemedi. Tıpkı yaşamak ve ölmek gibi yeni bir yere yerleşmek, bir
yeri yuvan bilmek de zor, çok zor. İnsanlar her şeyi kendi kullanabilecekleri
hale getirirken ruhunu yok sayıyor. Kesip biçip küçük parçalara ayırıyor seni,
gerekli yerlerini en derininden oyuyor, sonra da bütün parçaların bir araya
gelsin ve tekrar yıkılmayasın diye bir duvara sabitliyor sırtını. Sonuç olarak
daha işlevsel bir şey olup çıkıyorsun, ama gövdende açtıkları her bir oyuk
sonsuza kadar sızlamaya devam ediyor. Bazen aklıma kendi topraklarım, can
suyumu bulduğum o küçük orman ve köy geliyor. Yeni yeni filizlendiğim zamanları
da dökülen tüm yapraklarımı da hatırlıyorum. Tüm hayatımı hatırlıyorum, ama en
çok da kesilip götürülüşümü… Köksüz ve yapayalnız kalmış halimi, çektiğim acıyı
ve onca yakınmalarımı hiç dinlemeyişlerini hatırlıyorum. Bu insanlar var ya, yaşamaya
ve yaşatmaya çalışmanın o acı tadını da hiç bilmezler, varsa yoksa kendi
hayatları… Bazen çok kızıyorum onlara ama sadece bunun için değil. Mesela
hayatımın her bir safhasını kendilerine göre isimlendirdikleri için, küsüp
kabuğuma çekildiğim dönemlere kış, hepsine inat çiçekler açtığım zamana
ilkbahar ve yaprak döktüğüm zamana sonbahar deyip geçtikleri için. Sanki bir
tek onların takvimleri geçerliymiş gibi, ne büyük kibir. Ben yine de hepsine
inat yemyeşil kalmaya devam ettim. Gölgeme nice kadın sığındı, gövdeme çocuklar
saklandı, dallarıma kuşlar kondu. Her birinin kalbini tek tek hissettim, bu
yüzden en çok onların tekrar tekrar öldürülüşlerini görmek ve hiçbir şey
yapamamak yaraladı beni. Ağaç olmanın, bir yeri yurdun belleyip kök salmanın
bedeli buydu sanırım: Her şeyi görmek, bilmek ama hiçbir şey yapamamak. Acımdan
kuruyup kesilene dek tüm bunlara defalarca kez tanık oldum. Ölümlere susabilme
ve haksızlığa boyun eğebilme yeteneklerimi geliştirdim mesela, gün geçtikçe ben
de biraz sizin gibi oldum sanırım. Vedalarda gözyaşı dökemedim, her seferinde
biraz biraz öldüm ve bazen uzun yas örtülerine bürünüp yaprak döktüm.
Ama bütün
insanlara karşı nefret dolu olduğum zannedilmesin, seninle olan dostluğumu
unutmadım mesela.
*
Gençken kendimi bir kuş gibi hissederdim.
Yanı başımda bir yangın olsa, bir kıyım yaşansa kaçıp gider, kendimi kurtarırım
derdim. İçten bir çığlık duyduğunda donup kalıyormuşsun, olmuyormuş o işler
öyle. Acımız ortakmış ve yan yana büyüdüklerini bırakıp gitmek öyle kolay
değilmiş, yaşayınca anladım. Her kayıp hepimizin içinden bir parçayı da
beraberinde götürüyormuş ve tükenmek dediğin şey yüzyıllar boyu sürüyormuş.
Ölmek öyle sandığım gibi kolay iş değilmiş. Gençken insan fazla cahil oluyor.
**
Geçenlerde seninle ne
zaman tekrar konuşmaya başladığımızı düşünüyordum. Babanın seni ilk dövüşünde
miydi, yoksa anneni gömdüğün günde miydi hatırlayamıyorum. Hatıralarımın bu
kısmı biraz bulanık. Ama sanırım kendini şiirlere gömmek yerine yarana tuz
basıp tekrar konuşmaya başladığın zamanlardı. Bana gelmiş ve yakınmıştın, kaçıp
gitmek istiyordun buralardan ama bırakıp gidemiyordun. Sana sımsıkı sarılıp bu
hissi çok iyi bildiğimi söylemiştim. O zamanlar bir insan olmayı asla
anlayamayacağımı düşünüp inatlaşıyordun benimle, ama inan ki anlıyordum. Sana çizilen onlarca yapay sınırı, aldığın
her nefesin kontrol edilişini ve yüzünde belirebilecek en ufak bir tebessümün
bile hesabının sorulacak oluşunu anlıyordum. Bizim adımıza kararlar veren o
kalabalık ve korkunç adamlar topluluğu seni sinirlendirirdi, asi bir gençtin ve
ben seni sakinleştirmek için çok çaba sarf ederdim. Ama öfkende haklıydın
çiçeğim. O zamanlar biz ancak bir başkasının gölgesi olabiliyor, onun varlığı
üzerinden tanımlanabiliyorduk. Birileri bizim omuzlarımıza bize hiç sormadan
asla anlamadığımız binlerce yıllık yükler bindiriyor, adımıza sözler söylüyor,
bizi belirli kalıplarla tanımlamaya çalışıyordu. Halbuki biz vardık, gerçektik,
kendimiz olmak adına büyük savaşlar veriyorduk. Kendimizi anlatmaya ve
kafalarındaki önyargılarla boğuşmaya hazırdık. Ama hiç dinlemediler bizi,
konuşma hakkımızı kazanmamıza daha zaman olduğunu söylediler, yerimizi
bilmeliydik. Bunlar ben yaşarken böyleydi, umarım öldüğümden beri bir şeyler
iyileşmiştir hepimiz için, hoş pek umutlu olduğum söylenemez ya, neyse. Bu
mektup iç karartmak için değil, o yüzden bu kısmı geçiyorum şimdilik.
Onca benzerliğe karşın bizim aramızda mühim
bir fark vardı: Senin ayakların vardı, kendine çizdiğin yoldan olmasa bile bir
yolu takip edebilir, yürüyüp gidebilirdin ve gitmeliydin de. Çünkü hayat
durmazdı, sen ve ben bir değildik ve olamazdık. Gitmen gerekti, çünkü yazar
hareket etmezsen acının üstünde birikeceğini söylemişti, yazarlara güvenmek
gerekir küçüğüm.
Uzun uğraşlardan sonra seni gitmen için ikna
ettim. Sen gittikten sonra beni kestiler ve sen; kalbini kıran her şeyin yerini
kelimelerle dolduran sen, benim ardımda bıraktığım boşluğu da doldurdun,
üstünden çok zaman geçmeden gömdün ve unuttun beni.
Geçen her günle birlikte bir fotoğraf karesi
gibi eskidim, uzak bir anı olarak çürüyüp kaldım kafanın içinde. Hayatının bir
noktasına dahil olmuştum ama artık işim bitmişti. Bu film çoktan sona ermişti
ve sen de yeni filmler izlemek için salonu terk etmiştin. Aniden büyümeye ve
bazı şeyleri unutmaya zorlandığın için seni suçlayamıyorum. Bir tek bizden
hayatlarımızı çalanları affetmiyorum. Susturulduğumuz her şey için: içimde
yaşanılmamış onca hayatın kederi ve kini var. Ama üzgün değilim, çünkü
biliyorum ki bir gün hayatları çalınan bütün çiçekler tekrar açacak.
O güne değin
hoşça kal.
Yorumlar
Yorum Gönder