muhit’e

muhit: bir kimsenin sürekli ilişkiler içinde bulunduğu topluluk, çevre.

ben muhit’e kaydolup derdimi dökeli üç, muhit kapanalı bir sene olmuş.

muhit’e kaydolduğum o yaz gecesini hatırlıyorum, yalnız, mutsuz ve kalbi kırık bir çocuktum. paylaşmak istediğim onlarca şey vardı ama konuşabileceğimi, kalbimden geçen onca şeyin kelimelere dökülebileceğini ve bir yere bir yerlere ulaşabileceğini bilmiyordum.

bir kere kendimle ilgili çok büyük problemlerim vardı, pek çoğumuz gibi. kendimden nefret ediyordum. vücuduma, yüzüme hatta gülümseyişime bile tahammül edemiyordum. başıma gelen her türlü kötülüğü kendi içimdeki o kocaman kara deliğe bağlıyordum, ben uğursuzum ben lanetliyim diyordum.

kendimi yaşlı bir kocakarı gibi, belki biraz daha kibarlaştırılmış haliyle bir nine gibi hissediyordum. insanların derdini dinliyor, çözümler sıralıyordum ama konu bana gelince sadece boynumu büküp kilometrelerce yükü kendi başıma omuzluyordum.  ağlamanın bir zayıflık belirtisi olduğunu düşünüyordum, kendi kalbim bile bana ait değildi, şiir okuyamıyordum.

yalnızdım, sanki zamansız bir varlık kadar yalnız. kendimi sınıfın demirbaşlarından biri gibi, eski yeşil tahta gibi, ön sıranın hemen dibindeki yaşlı çöp kovası gibi hissederdim, insanlar da bana öyleymişim gibi davranırdı. her şeyden öte çaresiz hissederdim. kendimi bir ömür boyu kendimle yaşayacağım ve hiçbir şeyin değişmeyeceği fikrine alıştırmıştım. küçük bir köşem vardı, kantinin havalandırmasının olduğu yere bir bank çekmiştim. görece tenha bir yer sayılırdı bir tek kışın sıcak olduğu için kediler gelip yatardı orada, onlarla da bir sorunum olmuyordu. o zamanlar dünya benim için çok küçüktü, geceleri sessiz sessiz ağladığım yatağım ve o küçük bank benim sığınağım olan yerlerdi, geriye kalan her yerdeyse gardımı alıp dolaşırdım. gardımı alıp dolaşırdım, çünkü çok kırılmıştım: küçücük bir çocukken bile o an içinde olduğum bedenin değil bir enerji bulutunun içinde olmayı, dış görünümümün bir ayraç olmamasını istemiştim. bulut olmak istemiştim, buralardan kaçıp gitmek, yağmur olmak ve en azından bir süre kırılmayacağım zannıyla yaşamak istemiştim. ilk rüzgarla birlikte gidebilirdim buradan. bulut olmak için tek bir şartım vardı, fikirlerimi bir şekilde ifade etmeye devam edecektim, belki renklerle belki zihinsel bir bağla. ölüp gitmeyecektim, ruhum da buharlaşıp uçmayacaktı, acım dökülecekti sadece yeryüzüne.    uzatmanın anlamı yok, bu satırları okuduğunuza göre demek ki hala bulut olamadım, hala kelimelere dökmeye çalışıyorum derdimi. ama geçen yıllar içinde insan olmayı öğrendim sanırım. “çünkü başkaları sayesinde ve başkalarıyla birlikte insan oluruz, insan doğmayız.”

bulut olamadığım için kelimelere sığındım, bir profil resmi bir isim seçtim kendime: kahkaha atan çay bardağı. çok mutlu olduğumdan değil, mutlu olmaya çalıştığımdan. bir şeyler yazıp çizmeye başladım, kabul çoğunlukla sessiz olan taraftım ama o kocaman masanın etrafında olmaktan hep mutluluk duydum. zamanla o kedili köşeden bir farkı kalmadı benim için, orayı da bir sığınak olarak görmeye gökyüzüne karışmak öylece yok olup silinip gitmek istediğimde girip bir şeyler okuyup/yazıp rahatlamaya başladım. şiir köşesini ayrı, ursula başlığını ayrı sevdim. itiraf köşesinde az insanın omzunda ağlamadım, öyle akşamlar oluyordu ki yüzünü bir kez bile görmediğim ve göremeyeceğim insanların bana sımsıkı sarıldığını hissettim, kalbimin ta derininden hissettim o sarılmayı, o kabul hissini. kendime tahammül edebilmeyi onlar öğretti bana, hatta öyle güzel öyle içten yanımda olduklar ki bazen ben bile kendimi sevebileceğimi hissettim. ben öğrendim ki, aslında yalnız değilmişim, değilmişiz. aynı animasyonlara göz yaşı döktüğüm, aynı derdi habersizce sırtlandığım onlarca insan varmış. bir kısmıyla aynı sahaflara uğramış, aynı yerlerde hayata sayıp sövmüş ama birbirimizin yanından öylece geçip gidivermişiz. biz tanıştık sonra bir gün, ben ismimi falan söyledim, iki kelime edecek mecalim bile yokken kalktım gittim o insanları bir kez olsun görmek istedim. çünkü bu insanlarla bir bağım vardı, hayatımda güzel olan her şey bir yerlerden onlarla ilişkiliydi. o gün hissettiğim mutluluğu ve heyecanı hayatımda kaç kere yaşadım bilmiyorum, kaç kere yaşarım onu da bilmiyorum. sadece insanların birbirini etiketlemek için değil dinlemek için oturduğu bir masa ve koşulsuz bir sevgi. birlikte çekildiğimiz fotoğrafa bakıp nasıl göz yaşı dökmüştüm o günün akşamında, mutlu olmayı beceremediğimi söylemiştim. o gün bu gündür kendime dair bir başka şeyi de yine sizin sayenizde biliyorum, ben gerçekten mutlu olmayı başaramıyorum. çok mutlu geçen bir günün sonrasında bile gizlice hüngür hüngür ağlarken buluyorum kendimi, hala korkuyorum. ama bu mektubun konusu korkular ve mutluluk değil, bu bir teşekkür mektubu.

teşekkür mektubu, çünkü son zamanlarda kendimi hiç olmadığım kadar kötü hissediyorum ve sevdiğim her şeye ve herkese birer çiçek bırakmak, sımsıkı sarılmak ve öyle gitmek istiyorum.

kendini bir nine gibi görüp, dans etmeyi ve gülmeyi kesinkes yasaklamış birine, “maki” diyebildiğiniz, “çocuksun sen” diyip şiirler okuyabildiğiniz için.

önyargılarımız olmadan, bizi biz yapan şeyler hakkında, kabuslarımız ve hayallerimiz hakkında konuşabildiğimiz için.

muhit olarak hem mary’nin max’in adresini bulduğu o postane, hem de onca mektubun gittiği ve bir yanıt bulabildiği max’in ta kendisi olduğunuz için.

aynı yaraya tuz bastığım ve birlikte şiirler okuduğum, birlikte büyüdüğüm herkes için.

sayenizde ev ve aile kavramlarını sadece içinde yaşadığım dört duvar ve kan bağım olan insanlar olarak görmemeye başlayabildiğim için.

mektup boyunca hep “muhit” diye geçirsem de benim için hep yeri apayrı olan/olacak bir avuç dolusu insanla tanıştığım yer olduğu için, sizin için ve her birinize sadece kendiniz olduğunuz için duyduğum o kocaman sevgi için.

her şey için teşekkürler, ben hep küçük çay bardağı ve ağlak maki olarak kalmaya devam edeceğim sanırım.

ha bir de son olarak “elveda ve bütün o balıklar için teşekkürler”

sizi seviyorum.


-maki 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

duygusal küflü peynirin isyankar objektifinden-

-

1.50 ve öfkeli